Sünnet Kavramı-2

c- Peygamber -Sallallahü aleyhi vesellem-’ın Teşrî Buyurduğu Yahut Takrir Ettiği ve Dindeki Bid’at ve Sonradan Uydurma Şeylerin Karşıtı Anlamı ile Sünnet:
Sünnet, Rasûlullah -Sallallahü aleyhi vesellem-’ın teşrî buyurduğu ve dindeki muhdesât (sonradan ortaya çıkartılmış şeyler, bid’atler) karşıtı anlamı ile vârid olduğu gibi, onun ikrar ettiği amel anlamına da gelir. Yani ondan sonra değil de onun döneminde ortaya konulan şey demek olur. Çünkü ondan sonra meydana çıkartılan şeye bid’at denilir. Bu da Peygamber -Sallallahü aleyhi vesellem-’ın: “İşlerin en kötüleri ise sonradan ortaya çıkartılan şeylerdir, sonradan ortaya çıkartılan herbir şey ise bir bid’attir.”[47] hadisinden alınmıştır. Buharî ile Müslim’de de Peygamber efendimizin şöyle buyurduğu kaydedilmektedir: “İşlerin en kötüleri sonradan ortaya çıkartılanlardır.” Müslim’de şu fazlalık vardır: “Ve her bid’at bir dalâlet (sapıklık)tır.”[48]

İşte Peygamber -Sallallahü aleyhi vesellem-’ın: “Her kim İslamda güzel bir sünnet ortaya koyarsa, o kimseye hem onun ecri, hem de ondan sonra onunla amel edenlerin ecri verilir ve onlardan hiçbirisinin ecrinden herhangi bir şeyin eksilmesi sözkonusu olmaz. Her kim de İslamda kötü bir sünnet ortaya koyarsa, hem onun vebali hem de ondan sonra onunla amel edenlerin vebali o kimsenin üzerine olur ve onlardan hiçbir kimsenin vebalinden herhangi bir şeyin eksiltilmesi söz konusu olmaz.”[49] buyruğu böyle yorumlanır.

Hz. Peygamberin şu sözleri de bu kabildendir: “Muaz size bunu böylece sünnet kıldı. Artık siz de onu yapınız.”[50]

Bu, cemaatle namaz kılma esnasında imamın arkasında yetişilemeyen ve sonradan kılınan namazın kazası ile ilgilidir. Bu da Peygamber -Sallallahü aleyhi vesellem- bunu ikrar ve kabul ile karşıladığından ötürü meşru ve güzel sünnet kabilindendir. Sünnet’in bazan önceki ümmetlerin dinde ortaya koydukları kötü fiil ve sapıklıkları anlatmak için kullanıldığı da olmuştur. Peygamber -Sallallahü aleyhi vesellem-’ın şu buyruğu bu kabildendir: “Sizden öncekilerin sünnetlerine andolsun ki uyacaksınız...”[51]

Bu da dinde bid’atler işlemek hususunda onların izledikleri yollara ve onların gidişatına uyacaksınız demektir. Bu kullanım sözlük anlamı gözönünde bulundurularak yapılmıştır.

Peygamberin hadislerinde yaşayış ve gidilen yol anlamında sünnet çokça kullanılmıştır. İbnu’l-Esir şöyle demektedir: “Hadis-i şerifte sünnet ve sünnet kökünden türeyen lafızlar çokça tekrarlanmıştır. Bunların asıl anlamı ise siret (yaşayış) ve gidilen yol demektir.”[52] Bu sözleriyle sünnetin sözlük anlamını kastetmektedir. Şarî ise sünnetin şer’î anlamına Peygamber -Sallallahü aleyhi vesellem- ile raşid halifelerin şeriat olarak ortaya koydukları ile özel bir anlam kazandırmış ve ondan sonra ortaya konulanlara da bid’at adını vermiştir.

Peygamber -Sallallahü aleyhi vesellem- tarafından sünnetin bid’atin karşıtı olarak kullanıldığına dair rivayetler de gelmiş bulunmaktadır. İmam Ahmed’in Gudayf b. el-Haris -Radıyallahu Anh-’dan naklettiği Peygamber -Sallallahü aleyhi vesellem-’ın şu buyruğu bu kabildendir: “Bir kavim, bir bid’at ihdas etti mi mutlaka sünnetten onun benzeri kaldırılır...”[53]

Aynı şekilde sünnet lafzı hadiste birinin diğerinin benzeri olması, bir yola yahutta önceki bir hükme kıyas edilmesi anlamında da kullanılmıştır. İmam Malik’in -Allah’ın rahmeti üzerine olsun- naklettiği şu rivayet bu kabildendir: Ömer b. el-Hattab -Radıyallahu Anh- mecusileri sözkonusu ederek dedi ki: Onlara ne yapacağımı bilemiyorum. Bunun üzerine Abdurrahman b. Avf -Radıyallahu Anh- dedi ki: Ben Rasûlullah -Sallallahü aleyhi vesellem-’ı şöyle buyururken dinlediğime tanıklık ederim. “Onlara kitab ehlinin sünnetini uygulayınız.”[54] Yani mecusiler tabi olacakları hükümler itibariyle cizye hususunda kitab ehline kıyas edilirler.

Ashab, tabiûn ve bu ümmetin selefinin ilk nesli, “sünnet” lafzını Rasûlullah -Sallallahü aleyhi vesellem-’ın dine dair teşrî buyurup, ashab ve tabîinin kendisinden naklettiği şeyler hakkında kullanmışlardır. Bu ise bid’at ve din hakkında mücerred görüşe dayanarak söz söylemenin karşıtıdır. Hevâlara uymanın ve itikad ve kader meselelerinde kıyasa baş vurmanın da karşıtıdır.

Ömer b. el-Hattab -Radıyallahu Anh- dedi ki: “Rey ehli (görüş sahibleri) sünnetlerin düşmanıdır. Hadisleri bellemek onlara zor gelmiştir. Onlar hadisleri elden kaçırdıkları için onları belleyememişler, bunun sonucunda görüşlerine dayanarak söz söyleyerek hem kendileri sapmışlar, hem başkalarını saptırmışlardır.”[55]

Ali b. Ebi Tâlib -Radıyallahu Anh- da şöyle buyurmuştur: “Hevâ, sünnete muhalefet edenin kanaatine göre haktır. İsterse bu uğurda boynu vurulsun.”[56]

Abdullah b. Ömer -Radıyallahu Anh- kendisine bir kişinin: ... Ne dersin... Ne dersin? deyince, şöyle dedi: “Sen ne dersin’i Yemen’de bırak. Burada sözkonusu olan sadece sünnetlerdir.” Yani Rasûlullah -Sallallahü aleyhi vesellem-’dan din olarak gelen rivayetlerdir.[57]

Kadı Şureyh -Allah’ın rahmeti üzerine olsun- (vefat: 80 h.) şöyle demiştir: “Sünnet sizin kıyasınızdan öncedir. O halde tabi ol, bid’atçi olma.”[58]

Ömer b. Abdulaziz -Radıyallahu Anh- da şöyle demiştir: “Sünneti ortaya koyan kimse ona muhalefet etmekteki yanılmaları bilerek koymuştur. Andolsun onlar tartışma yapmaya, münazara yapmaya sizden daha da muktedir idiler.”[59]

Selef sünneti Rasûlullah -Sallallahü aleyhi vesellem-’ın teşri buyurduğu şeyler hakkında ve onun teşrî buyurmadığı şeyler mukabilinde kullanmışlardır ki, bunlar da bid’at ve muhdesât (sonradan din adına ortaya konulan şeyler) diye bilinirler. Şüphesiz ki sonradan ortaya konulan herbir iş bir bid’attir, her bir bid’at bir sapıklıktır ve sünnete aykırıdır. Bu dinin esaslarına ve kat’î naslarına dayanan İslam’ın büyük bir kaidesidir. Mesela Hz. Peygamberin: “Benim sünnetime sıkı sıkıya sarılınız.”[60] ; “İşlerin en kötüleri sonradan ortaya konulanlardır ve herbir bid’at bir sapıklıktır.”[61] ; “Sonradan ortaya çıkartılan işlerden alabildiğine sakınınız. Çünkü herbir bid’at bir sapıklıktır.”[62] ; “Her kim bizim bu işimizin üzerinde olmadığı bir amelde bulunacak olursa, (bizim işimize uymayan bir iş yaparsa) o merduttur.”[63] buyrukları gibi.

Selefin “sünnet” lafzını “bid’at”in karşıtı olarak kullanmaları pek çoktur. Bunlara bazı örnekler:

İbn Mesud, Ubey b. Ka’b ve başkaları -Allah onlardan razı olsun- şöyle demişlerdir: “Sünnette iktisat (orta halli sünnete uymak) bid’atlerde olanca gayreti ortaya koymaktan hayırlıdır.”[64]

Yine Abdullah b. Mesud şöyle demiştir: “Siz -sünnete- uyunuz. Ayrıca bid’at ortaya koymaya kalkışmayınız. Çünkü sünnet size yeter, bid’ate ihtiyaç bırakmaz.”[65]

İbn Abbas -Radıyallahu Anh- şöyle demiştir: “İnsanların bir bid’at ortaya koymadıkları, bir sünneti öldürmedikleri, bir yıl geçmiyor. Nihayet bid’atler hayat buluyor, sünnetler ölüyor.”[66]

İbn Sîrîn -Allah’ın rahmeti üzerine olsun- (vefat: 110 h.) şöyle demektedir: “Bir bid’ati kabul edip te bir sünnete başvuran hiçbir kimse olmaz.”[67]

Gudayf b. el-Haris -Allah’ın rahmeti üzerine olsun- (vefat: 65 h.) şöyle demektedir: “Bir bid’at ortaya çıktı mı mutlaka sünnetten onun bir benzeri terkedilir.”[68]

Ebu İdris el-Havlânî -Allah’ın rahmeti üzerine olsun- (vefat: 80 h.) şöyle demektedir: “Bir ümmet dininde bir bid’at ortaya koydu mu mutlaka Allah ondan dolayı onların üzerinden bir sünneti kaldırır.”[69]

Hassan b. Atiyye ile ve Hallâs b. Amr -Allah’ın rahmeti üzerlerine olsun- ve başkalarından buna benzer çokça rivayetler gelmiş bulunmaktadır.[70]

Fudayl b. İyad -Allah’ın rahmeti üzerine olsun- (vefat: 187 h.) şöyle demiştir: “Yetiştiğim hayırlı bütün insanlar sünnete bağlı kimseler idiler ve bid’at sahibi kimselerden uzak kalmayı emrediyorlardı.”[71]

Süfyan es-Sevrî -Allah’ın rahmeti üzerine olsun- (vefat: 161 h.) şöyle demiştir: “Sünnete uy ve bid’ati terket.”[72]

İşte bu rivayetlerde, bu imamların “sünnet” ile Rasûlullah -Sallallahü aleyhi vesellem-’ın teşrî buyurduğu hususları ve dine dair ondan gelen rivayetleri kastettiklerini, insanların ondan sonra dine dair ortaya koydukları herbir işin sonradan ortaya çıkartılmış ve rivayet yoluyla nakledilegelmiş sünnete muhalif bid’at anlamında kullandıklarını görüyoruz. Bundan dolayı onlar Peygamber -Sallallahü aleyhi vesellem-’ın, ashabın ve hidayet önderlerinin gösterdiği yola uyan kimseleri “sünnet sahibi” diye, buna karşılık herhangi bir bid’at ve hevâya bulaşmış olan kimseleri de “bid’at sahibi” olmakla nitelendiriyorlardı. Bu türden bazı örnekler:

Abdurrahman b. Mehdi -Allah’ın rahmeti üzerine olsun- (vefatı: 198 h.) şöyle demiştir: “Sen Hammad b. Zeyd’i seven bir Basralı gördüğün takdirde bil ki o bir sünnet sahibidir.”[73] Yani o kimse hevâ ve bid’at sahibi bir kimse değildir. Çünkü Hammad ehli sünnetten idi ve onu ancak sünnet sahibi kimse sever.

Ebu Bekr b. Ayyaş -Allah’ın rahmeti üzerine olsun- (vefatı: 193 h.)’a şöyle denildi: Birtakım insanlar oturuyor ve onların yanına da başkaları oturuyorlar. Halbuki onlar buna ehil değildirler. Ebu Bekr dedi ki: Oturan herkesin yanına insanlar gider oturur, fakat sünnet sahibi bir kimse öldü mü Allah onun anılışını canlandırır, bid’atçi ise asla anılmaz.”[74]

Avn b. Abdullah -Allah’ın rahmeti üzerine olsun- (vefatı: 120 h.) şöyle demiştir: “Her kim İslam ve sünnet üzere ölürse artık her türlü hayrın müjdesi onun içindir.”[75]

Kuteybe b. Said -Allah’ın rahmeti üzerine olsun- (vefatı: 240 h.) şöyle demiştir: “Sen Yahya b. Said, Abdurrahman b. Mehdi, Ahmed b. Hanbel, İshak b. Rahaveyh -ve başka bir takım kimselerin ismini vererek- gibi hadis ehli olan kimseleri seven bir adam gördüğünde şüphesiz ki o sünnet üzeredir. Kim de bunlara muhalefet ederse, bil ki o bid’atçidir.”[76]

Muâfa b. İmrân -Allah’ın rahmeti üzerine olsun- (vefatı: 186 h.) şöyle demiştir: “Ölüm sırasında olması müstesnâ, sakın hiçbir adamı övme. Çünkü o kişi ya sünnet üzere ölür yahut bid’at üzere ölür.”[77]

Onlar (yani selef-i salih) sünneti bid’atlerden, hevâ ve şüphelerden uzak şeyler hakkında kullanıyorlardı. Bu ise dinin kendisidir, Rasûlullah -Sallallahü aleyhi vesellem-’ın sünnet olarak ortaya koyduğu hakkın kendisidir.


d- Nâfile Anlamı İle Sünnet:

Sünnet, nafile anlamında farzın karşıtı ya da müstehab ile eş anlamlı olarak da kullanılmıştır.[78] Ya da fukahânın ifade ettiği gibi: “Peygamber -Sallallahü aleyhi vesellem-’dan farz veya vacib kılmaksızın sabit olan yahutta vacib olmayan şey”[79] anlamında kullanılmıştır.

Ebu Seleme b. Abdu’r-Rahman’ın babasından, onun da Rasûlullah -Sallallahü aleyhi vesellem-’dan rivayet ettiği şu buyruğu bu kabildendir: “Şüphesiz yüce Allah size ramazan ayının orucunu farz kıldı. Ben de size onda namaz kılmayı sünnet kıldım...”[80] Bir lafızda da şöyle denilmektedir: “Ramazan yüce Allah’ın orucunu farz kıldığı bir aydır. Ben de o ayda namaz kılmayı müslümanlara sünnet kıldım.”[81]

Peygamber -Sallallahü aleyhi vesellem- ramazan ayında namaz kılmayı sünnet kıldığını açıklamaktadır. Yani onda namaz kılmayı sünnet yoluyla nafile kılmıştır. Burada sünnet farzın karşıtı olarak nafile anlamındadır. Nitekim ramazan ayının namazının (teravihin) meşruiyeti hakkında bildiklerimiz de bu şekildedir.

Selef -Allah onlardan razı olsun- sünneti farz olmayan (nafile) ve sünnet kılınmış işler hakkında kullanmışlardır:

Mekhûl eş-Şamî -Allah’ın rahmeti üzerine olsun-nin söylediği ve sünneti kısımlara ayırdığı şu sözleri bu kabildendir: “Sünnet iki türlüdür. Birisi gereğinin alınması farz olan ve terki küfür olan bir sünnettir. Diğeri ise gereğinin yerine getirilmesi fazilet olan, onu bırakıp başkasını yapmak sakıncalı olan sünnettir.”[82]

O sünneti kapsamlı anlamıyla vacib[83] olan ve olmayan olmak üzere kısımlara ayırmıştır.

İkincisi yani vacib olandan daha alt mertebede olan sünnet ise burada kastedilen sünnettir.

Bu tür sünneti: “Peygamber -Sallallahü aleyhi vesellem-’dan farz ya da vacib kılması sözkonusu olmaksızın sabit olan şeylerdir.”[84] diye tanımladıkları vakit kimi fukahanın kastettiği tür de budur.


e- Sünnet Bazan “İttiba: Tabi Olmak, Uymak” Anlamı İle Selefin İlim ve Ameldeki Hali Hakkında Da Kullanılır:

Selef sünneti ashabın, tabiûnun, ilk dönem müslümanlar cemaatinin ve dinde kendilerine uyulan hidayet önderlerinin izledikleri yol hakkında da kullanırlar. Rasûlullah -Sallallahü aleyhi vesellem-’dan ilim, söz ve amel gizli ve açık rehberliğine dair nakledilmiş bulunan hüdâ sünnetlerine, sırat-ı müstakime ve apaçık hakka sımsıkı sarılıp, ona tabi olmak demektir. Bundan dolayı sünnete tabi olan hak ehline “ehl-i sünnet ve’l-cemaat” adını verirlerdi. Genel olarak selefin bütün sözlerinde bu husus gayet açıkça görülmektedir. Bunlardan bazıları: Ebu Zerr -Radıyallahu Anh- dedi ki: “Rasûlullah -Sallallahü aleyhi vesellem- bizlere, bizi üç hususta geri bırakmamanız için emir verdi: Ma’rufu emredip, münkerden alıkoymak ve insanlara sünnetleri öğretmek.”[85]

Ömer b. el-Hattab -Radıyallahu Anh- dedi ki: “Gerçek şu ki yakında sizlerle Kur’ân’ın müteşabihlerini ileri sürerek tartışacak birtakım insanlar gelecektir. Sizler sünnetlere sıkı sıkı yapışınız, çünkü sünnet sahibleri Allah’ın Kitabını daha iyi bilirler.”[86]

Ali b. Ebi Talib -Radıyallahu Anh- dedi ki “Hevâ sünnete muhalefet edenlere göre haktır. İsterse bu uğurda onun boynu vurulmuş olsun.”[87]

Said b. Cübeyr -Allah’ın rahmeti üzerine olsun- yüce Allah’ın:”Ve salih amel işleyip, hidayet üzere olan.” (Tâhâ, 20/82) buyruğu hakkında: Bu, Sünnet ve cemaatte bağlı kalıp onlardan ayrılmayan demektir, demiştir.[88]

İbn Şevzeb -Allah’ın rahmeti üzerine olsun- (vefatı: 107 h.) dedi ki: “Genç ve arab olmayan kimselerim, tereddüde düştükleri vakit sünnete bağlı ve onu bilen bir kimseye rast gelmeleri Allah’ın nimetlerindendir.”[89] Maksat sünnete uyan salih bir kimseye rast gelmeleridir.

Amr b. Kays el-Mülâî -Allah’ın rahmeti üzerine olsun- (vefatı: 143 h.) dedi ki: “Sen bir gencin ta başından beri ehl-i sünnet ve’l-cemaat ile birlikte yetişmekte olduğunu görürsen, ondan (hayır şeyler) umabilirsin.”[90]

Malik b. Miğvel -Allah’ın rahmeti üzerine olsun- (vefatı: 159 h.) dedi ki: “Eğer bir kimse İslam ve sünnetten başka bir isimle anılırsa[91] sen onu istediğin dine nisbet edebilirsin.”[92]

el-Evzaî -Allah’ın rahmeti üzerine olsun- (vefatı: 157 h.) dedi ki: “Beş şey vardır ki Peygamber -Sallallahü aleyhi vesellem-’ın ashabı onlardan ayrılmamışlardır: Cemaate katılmak, sünnete uymak, mescidi imar etmek, Kur’ân okumak ve Allah yolunda cihad etmek...”[93]

ez-Zührî -Allah’ın rahmeti üzerine olsun- (vefatı: 135 h.) dedi ki: “Bizim geçip giden ilim adamlarımız: Sünnete sıkı sıkıya sarılmak kurtuluştur, derlerdi.”[94]

O halde sünnet hidayetin ve dinin kendisidir. Ashab-ı kiramın, Rasûlullahtan aldığı, tabîinin de onlardan öğrendikleri hidayet imamlarının bütün çağlarda ortaya koydukları hidayet ve din ile aynı şeydir. Sünnet, rivayetleri bilen, Peygamber -Sallallahü aleyhi vesellem-’ın sünnetlerini alan, bunları hem rivayet, hem dirayet, hem yaşayış olarak nesilden nesile miras olarak devr alınan selefin izlediği yol ve yöntemdir.

İbn Manzur “Lisanu’l-Arab” adlı eserinde şöyle demektedir: Sünnet övülen ve dosdoğru olan yol hakkında kullanlır. Bu bakımdan filan kişi sünnet ehlindendir denildiğinde, o övülen ve dosdoğru yolun izleyicilerindendir demektir.[95]

Dosdoğru ve övülen yol ise selef-i salihin yoludur. Bu sünnet üzere dosdoğru bir yoldur. Allah tarafından övülmüştür, çünkü o bu yolu kulları adına seçip beğenmiş, Rasûlüne de ona uymayı tavsiye buyurmuştur. Diğer taraftan fazilet ve istikamet sahibi kimseler tarafından da öğülmüş bir yoldur.


f- Usulu’d-Dîn (İnanç Esasları) ve Akaid Meseleleri Hakkında Da “Sünnet” Kullanılır:

Selef aynı şekilde usulu’d-din (dinin inanç esasları) İslamın farzları, itikadi hususlar ve dindeki kat’î hükümler hakkında da “sünnet” tabirini kullanırlar. Bu terim hicri 3. asırda İmam Ahmed döneminde çeşitli fırkaların ortaya çıkıp, Mutezile, Rafızi, Mutasavvıf ve Kelamcıların inançları nisbeten revaç bulduğu bir dönemde (bu anlamıyla) yaygınlık kazanmıştır.[96]

O dönemin İslamın önder ilim adamları usulu’d-din ve akide meseleleri hakkında “sünnet” tabirini kullanmaya koyuldular. Böylelikle çeşitli fırkaların ortaya attıkları görüşlerden (sünnete uygun olanları) ayırmak istemişlerdir. Nitekim “ehl-i sünnet ve’l-cemaat” tabirinin, usulu’d-din’e dair çeşitli hevâ sahibi fırkalardan onları ayırmak maksadıyla hak ehli hakkında kullanılması yaygınlık göstermiştir.

Bu yani akidenin ve usulu’d-din’in “sünnet” diye ifade edilmesi her ne kadar ashab döneminde de bilinen bir husus idiyse de meşhur değildi. Mesela İbn Ömer -Radıyallahu Anh-’ın: “Sünneti terkeden kâfir olur.”[97] sözü bu türdendir. Ashabın bir kimsenin kâfir olduğunu söylemeleri ancak usulu’d-din ve itikadi meseleler türünden büyük bir iş hakkında sözkonusu olabilir. Nitekim Ali -Radıyallahu Anh-’ın şu ifadesi de buna delildir: “Hevâ sünnete muhalefet edenlere göre haktır. İsterse bu yolda boynu vurulsun.”[98]

Şüphesiz ki böyle bir hüküm ancak çeşitli inançlara, hevâ ve sapık fırkalara mensup kimseler hakkında sözkonusu olabilir.

Buna Ebu Bekr es-Sıddîk -Radıyallahu Anh-’ın şu sözü tanıklık etmektedir: “Sünnet Allah’ın sapasağlam ipidir.”[99]

Şüphesiz ki sünnetin bu şekilde nitelendirilmesi öncelikle usulu’d-din’in bir niteliğidir, diğerleri de buna bağlı olarak böyle nitelendirilir.

Ömer -Radıyallahu Anh-’ın şu sözleri de bu hususa tanıklık etmektedir: “Rey sahibleri sünnetlerin düşmanlarıdır.”[100]

Üçüncü asırda ve daha sonrasında selefin “sünnet” terimini itikadi hususlar ve usulu’d-din (dinin inanç esasları) hakkında kullanmalarına gelince, gerçek şu ki onların itikadi meselelere dair yazdıkları eserlerden bu husus açıkça anlaşılmaktadır. Çünkü onlar bu hususlara “sünnet” adını veriyorlardı. Bazı örnekler:

1- İmam Ahmed’in yazdığı itikadın birtakım meselelerine dair “es-Sünne” adlı eser.

2- İmam Ahmed b. Hanbel’in oğlu Ebu Abdu’r-Rahman Abdullah’ın “es-Sünne” adlı eseri. Bu itikadi meselelere dair bir eserdir. Ebu Abdu’r-Rahman 290 h. yılında vefat etmiştir.

3- Ebu Bekr b. el-Esrem (vefatı: 272 h.)’in “es-Sünne” adlı eseri.

4- İbn Ebi Âsım (vefatı: 287 h.) akideye dair “Kitabu’s-Sünne” adlı eseri.

5- Muhammed b. Nasr el-Mervezî (vefatı: 294 h.)’nin akideye dair “es-Sünne” adlı eseri.

6- Ebu Cafer et-Taberî (vefatı: 310 h.)’nin akideye dair bir cüz mahiyetinde olan “Sarihu’s-Sünne” adlı eseri.

7- Ahmed b. Muhammed b. Hallâl (vefatı: 311 h.)’in “es-Sünne” adlı eseri.

8- İbn Ebi Zemeneyn (vefatı: 399 h.)’in akideye dair “Şerhu’s-Sünne” adlı eseri.

9- İbn Batta (vefatı: 387 h.)’nın itikada dair: eş-Şerhu ve’l-İbane alâ Usuli’s-Sünneti ve’d-Diyâne adlı eseri.

Aynı şekilde bu dönemde sağlam itikad sahibinin “Sahibu Sünne: sünnete bağlı” diye nitelendirilmesi de yaygınlık kazanmıştır.[101]

Hak ehli, hidayet imamları ve onlara uyan kimselerin “ehl-i sünnet ve’l-cemaat” diye nitelendirilmesi de yaygınlık kazanmıştır. Böylelikle bu dönemde yani hicri 3. asır ve daha sonrasında “sünnet” tabiri ile çoğunlukla dinin esaslarının kastedildiğini anlamaktayız.

Sünnet lafzının sağlam akide ve selef-i salihin usulu’d-din’e dair izlediği yol hakkında kullanılması oldukça yaygınlaştı. Bundan dolayı ehl-i sünnet mezhebi denildiği vakit, onların itikad ve usulu’d-din (dinin inanç esasları) hakkındaki inançları ve izledikleri yol kastedilir.

İmam İbn Ebi Âsım -Allah’ın rahmeti üzerine olsun- (vefatı: 287 h.) “es-Sünne” adlı eserinde şunları söylemektedir: Sünnet nedir? Diye sordum:

“Sünnet, ahkâm ve bunun dışında pek çok anlamları topluca ifade eden bir isimdir. İlim ehlinin sünnete ittifakla nisbet ettikleri hususlardan birisi de kadere imanı kabul etmektir...” Daha sonra kadere dair birtakım açıklamalarda bulunmakta ve şunları söylemektedir: “Kur’ân yüce Allah’ın kelâmıdır.” Arkasından şunları söyler: “İman hem söz, hem ameldir, artar ve eksilir. Yüce Allah’ın görüleceğinin de kabul edilmesi gerekir.”

Rasûlullah -Sallallahü aleyhi vesellem-’ın ashabının faziletini sözkonusu eder. Raşid halifeleri özellikle fazilet sahibi olarak belirtir. Kabir azabını, münker ve nekiri, şefaati, Havz’ı, mizanı, vaad ve tehdidi, namazı, imamlarla (İslâm Devlet’nin yöneticileriyle) birlikte cihad etmeyi, iyiliği emredip, münkerden uzaklaştırmayı da ele alır.[102]

İşte bütün bunlar usulu’d-din ve itikad meselelerindendir. Müellif bütün bu hususlarda “sünnet” kavramının ne anlama geldiğini açıklamıştır.

İbn Receb, “Camiu’l-Ulûmi ve’l-Hikem” adlı eserinde şunları söylemektedir: “Müteahhirin âlimlerinin çoğunluğu sünneti itikad ile ilgili hususlara has kabul eder. Çünkü dinin aslı odur. Bu hususlarda muhalefet eden kimse ise pek büyük bir tehlike ile karşı karşıyadır.”[103]


Müteahhirîne Göre Sünnet Kavramı:

Bu çağımızda “sünnet” kavramı çoğu kimseler tarafından iki ayrı anlam hakkında kullanılagelmektedir:

1- Araştırmacılara, öğretim kurumlarına, araştırma merkezleri, üniversiteler, kütüphaneler, ilim öğrencilerine göre sünnet kavramı; Bunlar çoğunlukla bu kavram ile nebevî hadisi, ona dair ilimleri ve bunlardan dallanıp budaklanan sair ilim dallarını kastederler.

2- Genel olarak sünnet kavramı: Bununla da çoğunlukla amelî sünnetler, şer’î emirler yahutta farzın dışında kalan sünnet olan hükümleri kastederler. Nafileler, müstehablar, teşvik edilen hususlar ile farzın daha alt mertebesinde bulunan şer’an yapılması istenmiş işler hakkında kullanılır. Daha önce açıklandığı gibi şeriatte böyle bir anlayışın esası vardır.

Özetle: Şer’î bir terim olarak sünnetin genel bir anlamı vardır. O da Rasûlullah -Sallallahü aleyhi vesellem-’ın getirmiş olduğu ilim, amel ve hidayetin ifadesi olan din demektir. Bir de bu kavramdan dallanıp budaklanan birtakım kavramları da vardır. Kur’ân-ı Kerim’in dışındaki kaynak olan sünnet, bid’ate muhalif meşrû’ anlamıyla sünnet, uymak anlamı ile sünnet, dosdoğru ve sağlıklı inanç ve usulu’d-din anlamıyla sünnet, hadis anlamıyla sünnet, nafile anlamıyla sünnet ve buna benzer diğer anlamlar. Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır.

---------------------------------------------------------------------------------

[47] İbn Ebi Âsım, es-Sünne 24, I, 16’da rivayet etmiş olup, el-Elbanî sahih olduğunu söylemiştir.

[48] Buhari ve Müslim rivayet etmişlerdir. Bk. Buharî -Fethu’l-Barî ile birlikte-, XIII, 249; Müslim, II, 592.

[49] Müslim, 15, Hadis: 1017, IV, 2059-2060.

Bazı bid’atçiler bu gibi hadislere sarılarak bu hadislerin kendilerinin “güzel” diye nitelendirdikleri bid’atleri onayladığını iddia ederler. Mevlid ve benzeri bid’atler gibi. Ancak bu hadis, bu gibi bid’atlerin meşruluğunu ortaya koyan bir delil olarak gösterilemez. Çünkü Peygamber -sallallahu âleyhi vesellem- sonradan ortaya konulan şeyleri ve bid’atleri yasaklamış, bunların kayıtsız ve şartsız olarak sapıklık olduğunu açıklamıştır. Diğer taraftan bu hadis Peygamber -sallallahu âleyhi vesellem- hayatta iken ashabın içtihadları ile ortaya koymuş oldukları birtakım amelleri nitelendirmek ve o amelleri kabul ettiğini ifade etmek için vârid olmuşlardır. Dolayısıyla bunlar onun bir teşrîi olmaktadır. Bundan sonra da ashab bid’atlere karşı, sonradan uydurulan şeylere karşı savaşa soyunmuşlar, buna dair sözler söylemişler ve bid’atlerden sakındırmışlardır.

[50] Ahmed, el-Müsned, V, 246.

[51] Buharî, İ’tisam, 14, Fethu’l-Barî, XIII, 300; Müslim, Hadis:2669.

[52] İbnu’l-Esir, en-Nihaye, II, 409.

[53] Ahmed, el-Müsned, IV, 105. Suyutî, el-Camiu’s-Sağir’de bu hadisin hasen olduğuna işaret etmiştir. Bk. el-Camiu’s-Sağir, II, 480, no:7790; İbn Hacer, el-Feth, XIII, 253’te hasen olduğunu belirtmiştir. el-Elbanî ise zayıf olduğunu belirtmektedir: Daifu’l-Camii’s-Sağir, V, 78. Hadis: 4985. Ancak bu hadis Hassan b. Atiyye -Allah’ın rahmeti üzerine olsun-den sahih bir senetle rivayet edilmiştir. Mişkatu’l-Mesabih, I, 66, ilgili not; Ayrıca bk. Darımî, I, 45. Şerhu’l-Lâlekâî, I, 93; İbn Vaddah, el-Bid’a, 37.

[54] Malik, Muvatta, I, 278.

[55] el-Lâlekâî, Şerhu Usul-i İtikad-i Ehl-i Sünnet-i ve’l-Cemaaa, I, 123, Tahkik: Dr. Ahmed Sâd Hamdân; İbn Batta, eş-Şerhu ve’l-İbane, s. 121; İbn Hacer, Fethu’l-Barî, XIII, 289’da Beyhakî’ye nisbet etmiştir.

[56] eş-Şerhu ve’l-İbane, s. 122.

[57] eş-Şerhu ve’l-İbane, s. 126.

[58] Darimî, I, 66; el-Beğavî, Şerhu’s-Sünne, I, 216.

[59] eş-Şerhu ve’l-İbane, s. 123.

[60] İbn Ebi Âsım, es-Sünne, I, 29. Hadis no: 54. el-Elbânî hadis hakkında şöyle demektedir: Senedi sahihtir, ravileri sikadır. Hadisi ayrıca İbn Mace, Ebu Davud ve Tirmizi rivayet etmiş olup, Tirmizi: Hasen, sahihtir demiştir.

[61] Müslim, no: 867.

[62] İbn Ebi Âsım, es-Sünne, I, 19, Hadis: 31. el-Elbânî hadis hakkında şöyle demektedir: İsnadı sahihtir, ravilerinin hepsi sikadır. Ayrıca Ebu Davud, Tirmizi, İbn Mace, Ahmed ve Hakim de bu hadisi rivayet etmiştir.

[63] Buhari, Müslim ve başkaları Åişe (r.anha)’dan rivayet etmişlerdir. Bk. Fethu’l-Bâri, V, 54; Müslim, Hadis no: 1718, III, 1344.

[64] Darimî, I, 72; Beğavî, Şerhu’s-Sünne, I, 208; Ayrıca Hakim, el-Müstedrek’te rivayet etmiş olup, Buharî ve Müslim’in şartına göre sahihtir demiştir. ez-Zehebî de ona muvafakat etmiştir. el-Müstedrek, I, 103.

[65] Darimî, I, 69.

[66] İbn Vaddah, el-Bid’a, s. 38.

[67] Darimî, I, 69; İbn Batta, eş-Şerhu ve’l-İbane, s. 133.

[68] eş-Şerhu ve’l-İbane, s. 143.

[69] İbn Vaddah, el-Bid’a, s. 36.

[70] Bk. ed-Darimî, I, 45; İbn Vaddah, el-Bid’a, s. 37-38.

[71] İbn Batta, eş-Şerhu ve’l-İbane, s. 153.

[72] el-Beğavî, Şerhu’s-Sünne, I, 217.

[73] İbn Ebi Hatim, ec-Cerhu ve’t-Tadil, I, 183; el-Lalekaî, I, 62, no: 38.

[74] Tirmizi, Sünen, Kitabu’l-İlel, V, 739.

[75] el-Lâlekâî, I, 67.

[76] el-Lâlekâî, I, 67.

[77] el-Lâlekâî, I, 67.

[78] Bk. Fethu’l-Barî, XIII, 245.

[79] eş-Şevkânî, İrşadu’l-Fuhûl, s. 33.

[80] Ahmed, el-Müsned, I, 191.

[81] Ahmed, el-Müsned, I, 195.

[82] Darimî, I, 145.

[83] Bununla az önce sözünü ettiğimiz şekilde usule (itikadî hükümlere) ve farzlara işaret etmektedir.

[84] eş-Şevkânî, İrşadu’l-Fuhûl, s. 31.

[85] Darimî, I, 136.

[86] Darimî, I, 49.

[87] İbn Batta, eş-Şerhu ve’l-İbane, s. 122.

[88] İbn Batta, eş-Şerhu ve’l-İbane, s. 128; el-Lalekaî, Şerhu Usuli’l-İtikad, I, 71.

[89] eş-Şerhu ve’l-İbane, s. 133.

[90] eş-Şerhu ve’l-İbane, s. 133.

[91] Bu ifadede birtakım fırka, yöneliş ve cemaatlerin sünnet ve cemaat dışında kendisini nisbet ettikleri birtakım esas, yöntem, şiâr ve isimler almalarının yanlışlıklarına işaret edilmektedir.

[92] eş-Şerhu ve’l-İbane, s. 137.

[93] el-Bağavî, Şerhu’s-Sünne, I, 209.

[94] el-Lâlekâî, I, 94 no: 94; Muhakkik bunu İbnu’l-Mubarek, ez-Zühd, I, 281’e de atfetmektedir; Ayrıca Darimî, Sünen, I, 45.

[95] Lisanu’l-Arab, s-n-n maddesi, XIII, 226.

[96] “Ehl-i sünnet” tabirinin hakka sıkı sıkıya yapışan, hevâ ve ayrılıktan uzak kalan kimseler hakkında kullanılması birinci asırda fırkaların ortaya çıktığından beri başlamıştır. Bazılarının ehl-i sünnet terimi sonraki asırlarda ortaya çıkmıştır şeklindeki iddiaları gerçeği olmayan bir iddiadır. Çünkü Müslim’in, Sahih’inde İbn Sîrîn’den (vefatı: 110 h.) şöyle dediği sabittir: “... O vakit ehl-i sünnete bakar ve onların hadisleri alınır.” (Bk. Müslim, I, 15)

[97] eş-Şerhu ve’l-İbane, s. 123.

[98] eş-Şerhu ve’l-İbane, s. 122.

[99] eş-Şerhu ve’l-İbane, s. 120.

[100] eş-Şerhu ve’l-İbane, s. 121.

[101] İbn Şevzeb’in sözü bu çalışmada daha önce “e şıkkı”nda zikredilmiş bulunmaktadır. Oraya bakılabilir.

[102] Kitabu’s-Sünne, II, 645-647.

[103] Camiu’l-Ulum-i ve’l-Hikem, s. 230.

Prof. Nâsır b. Abdülkerîm - Guraba Yay.

Bu blogdaki popüler yayınlar

"Hakikat Kitabevi" Pislik Yayıyor

Dua ve Zikirler Hısnul Müslim

Dinimiz İslam sitesi Güvenilir mi ? dinimizislam.com kimin ?