Zekât Verilmesi Gereken Yerler - Kimlere Zekât Verilir ?
Bismillâh, Elhamdulillâh, Ve's-Salâtu ve's-Selâmu 'alâ Rasûlillâh
Soru: Zekâtın verilmesi gereken yerler nerelerdir?
Cevap :
Hamd,
yalnızca Allah'adır.
Zekât verilmesi gereken yerler, sekizdir.Allah Teâlâ bu
yerleri Kur'an-ı Kerim'de en güzel bir şekilde açıklayarak bunun
farz olduğunu, ilim ve hikmet üzere binâ olunduğunu haber
vermiştir.
Nitekim
Allah Teâlâ bu konuda şöyle buyurmuştur:
الصَّدَقَاتُ لِلْفُقَرَاءِ
وَالْمَسَاكِينِ وَالْعَامِلِينَ عَلَيْهَا وَالْمُؤَلَّفَةِ قُلُوبُهُمْ وَفِي
الرِّقَابِ وَالْغَارِمِينَ وَفِي سَبِيلِ اللَّهِ وَابْنِ السَّبِيلِ فَرِيضَةً
مِنَ اللَّهِ وَاللَّهُ عَلِيمٌ حَكِيمٌ[ سورة التوبة
الأية: ٦٠]
"Zekâtlar,
Allah'tan bir farz olarak, ancak fakirlere, düşkünlere, zekât toplayan
görevlilere (memurlara), kalpleri (gönülleri) İslâm'a
ısındırılacak olanlara, (hürriyetlerini satın
almaya çalışan) kölelere, borçlulara, Allah yolunda savaşanlara
ve (muhtaç kalmış) yolculara mahsustur. Allah her şeyi
hakkıyla bilendir, hikmet sahibidir." (Tevbe Sûresi: 60)
Bu âyette zikredilen
sekiz sınıf, kendilerine zekât verilmesi gereken kimselerdir.
Birincisi
ve ikincisi: Fakirler ve düşkünler (miskinler)
İhtiyaç
ve gereksinimlerini gidermeleri için bu kimselere zekâttan verilir. Fakirler ve
düşkünler (miskinler) arasındaki fark şudur: Fakirler daha
muhtaç kimselerdir. Fakir, kendisi ve âilesinin yılın
yarısına (altı aya) yetecek kadar bir şey bulamayan kimsedir.
Düşkünler
(miskinler), fakirlerden durum olarak daha iyidirler.Çünkü
düşkünler, yılın tamamına değil de, yarısına
veya yarısından fazlasına yetecek kadar ihtiyaca sahip olan
kimselerdir. İhtiyaçlarından bunlara da zekât verilir.
Fakat ihtiyacı
nasıl takdir etmeliyiz?
Âlimler
bu konuda şöyle demişlerdir:
Kendilerine
ve âilelerine bir yıl yetecek kadar ihtiyaçları bu kimselere verilir.
Çünkü malların üzerinden bir tam yıl geçtikten sonra
zekâtlarının verilmesi gerekir. Zekâtın farz olması için
bir tam hicrî yılın geçmesi nasıl takdir edilen zaman ise, zekât
verilmesi gereken yerlerden fakirler ve düşkünlere verilen ihtiyaçlar için
de yılın takdir edilen zaman olması gerekir. Bu güzel ve iyi bir
görüştür. Yani bizler, fakir ve düşküne, hem kendisine, hem de
âilesine bir tam yıl yetecek olan şeyi ya yiyecek ve giyecek olarak,
ya da kendisine uygun olanını satın alması için para olarak
veririz. Veyahut da terzi, marangoz ve demirci gibi sanaatkâr birisi ise, bu
takdirde kendisine âlet (makina) satın alıp veririz.Önemli olan,
bir tam yıl hem kendisine, hem de âilesine yetecek olan şeyi ona
vermemizdir.
Üçüncüsü:
Zekât toplayan memurlar
Yani
müslüman devlet başkanının zekât toplamaları tayin
ettiği kimselerdir.Bu kimseler, zekât üzerinde velâyet/himâye hakkına
sahiptirler. Bunun içindir ki Allah Teâlâ âyette şöyle
buyrmuştur:
وَالْعَامِلِينَ عَلَيْهَا
"... zekât
toplayan görevlilere (memurlara)..."
Âyette
geçen "... zekât toplayan
görevlilere (memurlara)..." sözü, onların bir
tür velâyet/himâye hakkına sahip olduklarına işâret
edilmektedir.Bundan dolayı onlar insanlardan zekâtları alıp
sahiplerine paylaştıran ve bunları yazan kimselerdir.Bu zekât
toplayan memurlara da zekâttan verilir.
Fakat zekât
toplayan memurlara zekâttan ne kadarı verilmelidir?
Zekât
toplamakla görevlendirilen memurlar, görev vasfından dolayı
onlar zekât almaya hak sahibidirler. Kim bir vasıftan dolayı hak
ediyorsa, o vasıf miktarınca alır. Dolayısıyla zekât
toplama görevini yerine getirdikleri için onlar zekâttan alırlar.Buna
göre, onlara, zekâttan yaptıkları işin konumuna göre
verilir.
Örneğin
zekât toplayan memurlar fakir kimseler oldukları takdir edilirse, onlara
hem zekât memurluğu görevinden dolayı verilir, hem de fakir
olmalarından dolayı bir yıllık ihtiyaçlarına yetecek
kadarı olmak üzere iki hisse verilir.Çünkü bu kimseler, zekâtı
iki vasfa sahip olmalarından dolayı hak etmektedirler: Zekât toplayan
memurlar ve fakir olmaları.Bu sebeple onlara, zekâttan her vasıf için
ayrı verilir.Fakat onlara zekât memurları oldukları için verir
de bu verdiğimiz miktar onların bir yıllık
ihtiyaçlarını gidermelerine yetmezse, bu takdirde onların bir
yıllık ihtiyaçlarını tamamlarız.
Meselâ
birisine, yıllık 10.000 S. Arabistan riyali yeteceğini takdir
edersek, onlara fakir olmalarından dolayı verdiğimiz 10.000 riyalden
2.000 riyali zekât memuru oluşundaki hissesidir.Buna göre, ona zekât
memurluğundan dolayı 2.000 riyal, fakir olmasından dolayı
da 8.000 riyal veririz.
Dördüncüsü:
Kalpleri (gönülleri) İslâm'a
ısındırılacak olanlar
Bunlar,
İslâm'a ısındırılmak istenen kimselerdir.
- Bu,
müslüman olması ümit edilen kâfir olabilir.
- Müslüman
olabilir, ama kalbindeki îmânı güçlensin diye ona zekâttan veririz.
- Kötü
birisi olabilir.Müslümanlara kötülüğü dokunmasın diye ona
zekâttan veririz.
Veya benzer
kalplerinin ısınmasıyla müslümanların yararına olan
kimselere zekâttan veririz. Fakat kalbi ısındırılmak
istenen kişinin, kavminin efendisi ve kendisine itaat edilen kimse
olması gibi, müslümanlara genel bir yararı olması için ona
zekâttan vermemiz şart mıdır? Veya şahsî menfaat için de
olsa ona zekâttan vermemiz câiz midir?
Örneğin
bir kimse İslâm'a yeni girmişse, zekâttan verdiğimiz takdirde
kalbi İslâm'a ısındırılır ve îmânı
güçlenirse, ona zekâttan vermemiz câiz midir?
Bu konuda
âlimler arasında görüş ayrılıkları vardır. Bana
göre tercihli olan görüş, kalbi İslâm'a
ısındırılarak îmânının güçlenmesi için, kavminin
efendisi olmasından dolayı değil de şahsî olması
sıfatıyla olsa bile, bu kimseye zekât verilmesinde bir sakınca
yoktur.
Nitekim
Allah Teâlâ'nın şu sözü umumîdir:
وَالْمُؤَلَّفَةِ قُلُوبُهُمْ
"...
kalpleri (gönülleri) İslâm'a
ısındırılacak olanlara,..."
Çünkü
bedensel ihtiyacından dolayı bir fakire zekât verdiğimize
göre,îmânı zayıf olan birisine îmânı kuvvetlensin diye
zekât vermemiz, daha önce gelir. Çünkü bir kimsenin îmân
yönünden güçlenmesi, onun bedeninin gıda almasından daha
önemlidir.
Yukarıda
sayılanlara zekât onlara mülk olmak üzere verirlir.Bu mülkiyet (zekâta
sahip olma) vasfı, üzerinden bir yıl geçtikten sonra kaybolsa bile,
zekât alan bu kimselerin zekâtlarını iâde etmeleri gerekmez.Aksine
onların helâl malı sayılır. Çünkü Allah Teâlâ
onların zekâta hak sahibi olduklarını "Lâm" harfi ile
açıklayarak şöyle buyurmuştur:
إِنَّمَا الصَّدَقَاتُ لِلْفُقَرَاءِ
وَالْمَسَاكِينِ وَالْعَامِلِينَ عَلَيْهَا وَالْمُؤَلَّفَةِ قُلُوبُهُمْ[ سورة التوبة
الأية: ٦٠]
"Zekâtlar,
Allah'tan bir farz olarak, ancak fakirlere, düşkünlere, zekât toplayan
görevlilere (memurlara), kalpleri (gönülleri) İslâm'a
ısındırılacak olanlara, (hürriyetlerini satın
almaya çalışan) kölelere, borçlulara, Allah yolunda savaşanlara
ve (muhtaç kalmış) yolculara mahsustur. Allah her şeyi
hakkıyla bilendir, hikmet sahibidir." (Tevbe Sûresi: 60)
Allah Teâlâ
bu âyette zekât verilmesi gereken yerleri "Lâm" harfi
zikretmesinin faydası şudur:
Eğer
fakir, zekât aldıktan sonra üzerinden bir yıl geçmeden önce
zengin olursa, zekâtı iâde etmesi gerekmez.
Örneğin
fakir olmasından dolayı bir kimseye, kendisine bir yıl yetecek
miktar olan 10.000 riyali verdikten sonra, mal kazanmak sûretiyle veya
yakın bir akrabasının ölmesi sonucu kendisine miras
kalması sonucu Allah Teâlâ onu zengin ederse, bu kimsenin zekâttan
aldığı malın geri kalan kısmını iâde etmesi
gerekmez. Çünkü o mal, artık onun mülkiyetindedir.
Beşincisi:
(Hürriyetlerini satın almaya çalışan) köleler
Allah
Teâlâ'nın yukarıda zikredilen âyette geçen:
وَفِي الرِّقَابِ
"... (hürriyetlerini
satın almaya çalışan) kölelere,..."
Emri
gereği kölelere zekât verilmesi gerekir.
Âlimler
âyette geçen "er-Rikâb" kelimesini üç şekilde
açıklamışlardır:
1.
Hürriyete
kavuşmak için, belirli bir miktar dirhem taksitle ödemek
şartıyla kendisini efendisinden satın alan mükâteb
köledir.Efendisine ödemesi için bu kimseye zekâttan verilir.
2.
Hürriyetine
kavuşturulmak için zekât malıyla satın alınan köledir.
3. Kâfirlere
esir düşen müslümanı onların esâretinden kurtarmak için
kâfirlere zekât malından verilir.
Yine, zorla
ve kaba kuvvet kullanarak kaçırılan kimse de böyledir.Örneğin
bir kâfir veya müslüman, bir müslümanı kaçırırsa,
kaçırılan kimseyi kurtarmak için kaçıran kimseye fidye olarak
zekâttan bir şeyler verilir.Çünkü sebep, aynıdır.O da
müslümanı esâretten kurtarmaktır.Bu, kaçıran kimse
müslümanlardan ise ve kaçırdığı kimseyi, fidye vermeksizin
onu karşılıksız olarak bırakmaya
zorlayamadığımız takdirdeki hükümdür.
Altıncısı:
Borçlular
"el-Ğurm"
kelimesi, Arapçada borç anlamına gelir.
İslâm
âlimleri, borcu iki kısma ayırmışlardır:
1.
İnsanların arasını
düzeltmek için borçlanma.
2.
Bir ihtiyacını gidermek için
borçlanma.
Âlimler,
insanların arasını düzeltmek için borçlanmaya şu
örneği vermişlerdir:
Örneğin
iki kabile arasında düşmanlık, kavga veya savaşın vuku
bulmasından sonra iyiliksever, makam, şeref sahibi ve reislik
konumunda olan bir kimse, iki kabilenin arasını düzeltmek için onlara
bir miktar para vererek borçlanmasıdır.İnsanların
arasını düzelten bu iyiliksever kimseye, mü'minler arasında kin
ve düşmanlığı ortadan kaldırmak ve insanların
kanlarının akmasını önlemek için yerine getirdiği
bu büyük davranışına mükafat olarak yüklendiği bu borcu
zekâttan veriririz.Bu kimseye, ister zengin olsun, isterse fakir olsun,
zekâttan verirlir. Çünkü biz, kendisine, ihtiyacını gidermesi
için zekâttan vermiyoruz. Aksine yerine getirdiği genel maslahat sebebiyle
bu zekâtı veriyoruz.
İkincisine
yani bir ihtiyacını gidermek için borçlanan kimseye gelince, bu,
ihtiyacını gidermek için ödemek üzere başkasından kendisi
için borça alan borçlanan veya ihtiyacı olan bir şeyi satın
alıp da onu ödeyecek malı olmayan kimsedir.Borcunu ödeyecek
mala sahip olmaması şartıyla, bu kimsenin borcu zekâttan
ödenir.
Soru:
Bu
borçluya, borcunu ödemesi için bizim mi vermemiz daha fazîletli? Yoksa
borçlandığı kimseye giderek borcunu ona mı vermemiz daha
fazîletlidir?
Cevap:Bu,
ihtilaflı bir konudur.Borçlanan kimse, borcunu ödemek ve borçtan
kurtulma konusunda gayretli birisi ise ve borcunu ödemek için kendisine
verilen malda güvenilir ise, bu takdirde borcunu ödemesi için bu kimseye zekâttan
veririz.Çünkü bu, onun için daha gizli ve kendisinden
alacaklarını isteyen insanların önünde mahçup edilmekten
daha uzak bir davranıştır.
Eğer
borçlanan kimse, mallarını ifsad eden savurgan birisi ise ve borcunu
ödemesi için zekâttan verdiğimiz maldan ihtiyacı olmayan
şeyleri satın alıyorsa, bu takdirde ona zekâttan vermeyiz.Aksine
borçlu olduğu kimseye kendimiz gideriz ve ona: Falancanın sana olan
borcu ne kadardır? diye sorarız. Sonra bu borcunun hepsini veya imkân
ölçüsünde bir kısmını ona öderiz.
Yedincisi: Allah
yolunda savaşanlar
Âyette
geçen:
الغارمين
"... Allah
yolunda savaşanlara ..."
Bundan
kastedilen, cihaddan başka bir şey değildir.Bundan, her türlü
hayır ve iyilik yolları kastedilir denilmesi, doğru
değildir. Şayet her türlü hayır ve iyilik yolları
kastedilse idi, âyette geçen:
إِنَّمَا الصَّدَقَاتُ لِلْفُقَرَاءِ
وَالْمَسَاكِينِ وَالْعَامِلِينَ عَلَيْهَا وَالْمُؤَلَّفَةِ قُلُوبُهُمْ وَفِي
الرِّقَابِ وَالْغَارِمِينَ وَفِي سَبِيلِ اللَّهِ وَابْنِ السَّبِيلِ فَرِيضَةً
مِنَ اللَّهِ وَاللَّهُ عَلِيمٌ حَكِيمٌ[ سورة التوبة
الأية: ٦٠]
"Zekâtlar,
Allah'tan bir farz olarak, ancak fakirlere, düşkünlere, zekât toplayan
görevlilere (memurlara), kalpleri (gönülleri) İslâm'a
ısındırılacak olanlara, (hürriyetlerini satın
almaya çalışan) kölelere, borçlulara, Allah yolunda savaşanlara
ve (muhtaç kalmış) yolculara mahsustur. Allah her şeyi
hakkıyla bilendir, hikmet sahibidir." (Tevbe Sûresi: 60)
Hasr
(sınırlama) edâtı olan "İnnemâ"nın
kullanılmasının hiçbir anlamı kalmazdı. Zirâ hasr
edâtının hiçbir fonksiyonu kalmazdı.
Âyette
geçen "Allah yolunda" lafzından kasıt; Allah yolunda
cihaddır. Bu sebeple Allah'ın sözü yücelsin diye Allah yolunda savaştıkları
belli olan mücâhidlere, nafaka ve silah temini gibi ihtiyaç duydukları
kadarı zekâttan verilir.Zekâttan onlara silah satın almak da câizdir.
Fakat savaşın, Allah yolunda olması gerekir. Allah yolunda
cihadı Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem-
açıklamıştır.
Nitekim Peygamber
-sallallahu aleyhi ve sellem-'e, hamiyet (şövenizm,
ırkçılık) ve insanlar kendisini cesur görsünler ve Allah
yolundaki makamı görülsün diye savaşan kimse hakkında sorulduğu
zaman şöyle buyurmuştur:
(( مَنْ قَاتَلَ لِتَكُونَ كَلِمَةُ اللهِ هِيَ الْعُلْيَا، فَهُوَ
فِي سَبِيلِ اللهِ عَزَّ وَجَلَّ )) [ متفق عليه ]
"Kim
Allah'ın sözü (İslâm) yücelsin
diye savaşırsa, işte o Allah -azze ve celle-'nin yolundadır.(Bunun
dışında savaşanlar, Allah yolunda olmazlar)."
Buhârî ve Müslim
Bu sebeple
ırkçılık veya buna benzer hamiyet duygusuyla vatanı için
savaşan kimse, Allah yolunda savaşan kimse değildir ve bu kimse,
Allah yolunda savaşan mücâhidin kazanmış olduğu dünya ve
âhiret iyiliklerinden hiçbirisini hak etmez.
İnsanlar
kendisini cesur görsünler diye savaşan kimse, cesur ve hangi halde
olursa olsun genellikle yerine getirmeyi sevdiği vasıfla
vasıflanmış olduğundan dolayı savaşmayı
seven kimsedir. Bu da Allah yolunda savaşan kimse değildir.
Allah
yolundaki makamı görülsün diye savaşan kimse, riyâ ve
şöhret amacıyla savaşan kimsedir. Bu da Allah yolunda
savaşan kimse değildir.
Allah
yolunda savaşmayan hiç kimse zekâttan almaya hak etmez.Çünkü Allah
Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
وَفِي سَبِيلِ اللَّهِ
"... Allah
yolunda savaşanlara ..."
Allah
yolunda savaşan kimse, Allah'ın dîni yücelsin diye savaşan
kimsedir.
İlim
ehli bu konuda şöyle demişlerdir:
"Kendisini
dînî ilim öğrenmeye veren ve bütün vaktini buna harcayan kimse de
Allah yolunda savaşanlar sınıfına girer. Bu sebeple bu
kimseye, nafaka, giysi, yiyecek, içecek, ev ve kitap gibi ihtiyaç duyduğu
şeyleri satın alması için zekâttan kendisine verilir.
Çünkü dînî ilim, Allah yolunda cihadın bir türüdür.
Hatta
İmam Ahmed b. Hanbel -Allah ona rahmet etsin- bu konuda şöyle
demiştir:
"Niyeti
düzgün olan kimse için, hiçbir şey ilme denk olamaz."
Bu sebeple
ilim, İslâm şeriatının hepsinin temelidir.İlimsiz
şeriat olmaz.Allah Teâlâ, insanlar adâleti ayakta tutsunlar, dînlerinin
hükümlerini ve akîde, söz ve fiil gibi kendileri için gerekli olan
şeyleri öğrensinler diye kitabı göndermiştir.
Allah
yolunda cihada gelince, o amellerin en şereflisidir.Hatta cihad,
İslâm'ın zirve noktasıdır.Bu sebeple cihadın
fazîletinin ne kadar büyük olduğu konusunda şüphe yoktur. Fakat ilmin
İslâm'daki yeri ve değeri büyüktür.İlmin, Allah yolunda cihaddan
sayılmasında hiçbir karmaşık durum sözkonusu
değildir.
Sekizincisi:
(Muhtaç kalmış) yolcular
Bu kimse,
yolda kalmış ve nafakası kendisine yetmemiş yolcudur. Bu
kimseye -belde veya ülkesinde zengin de olsa- yaşadığı
belde veya ülkesine ulaştıracak kadarı zekâttan
verilir.Çünkü o, muhtaç durumdadır. Bu durumda bulunan kimseye:
Borç alman ve borcunu ödemen gerekir, demeyiz.Çünkü böyle
dersek, onu bu durumda onu borç almaya mecbur kılmış oluruz.
Fakat bu kimse, kendisi borç almayı ister ve zekâttan almayı kabul
etmezse, bu kendisine kalmıştır.Örneğin Mekke'den
Medine'ye giden yolcu birisini bulduğumuzda yolculuk sırasında
nafakası kaybolmuş ve kendisi Medine'de zengin olmasına
rağmen yanında kendisini oraya ulaştıracak hiçbir şeyi
yoksa, bu takdirde ona, Medine'ye ulaştıracak kadar zekâttan veririz.
Çünkü onun ihtiyacı budur. Kendisine bundan daha fazlasını
vermeyiz.
Zekât verilmesi gereken yerleri öğrendikten
sonra bunun dışında kalan genel ve özel kurumlara zekât
verilmez. Buna göre, câmi ve mescit yapılması için zekât
verilmez. Yol yapımı ve devlet dâirelerini inşa etmek için zekât
verilmez. Çünkü Allah Teâlâ zekât verilmesi gereken yerleri zikrederken
şöyle buyurmuştur:
فَرِيضَةً مِنَ اللَّهِ وَاللَّهُ عَلِيمٌ
حَكِيمٌ[ سورة التوبة من الأية: ٦٠]
"...
Allah'tan bir farz olarak,... Allah her şeyi hakkıyla bilendir,
hikmet sahibidir." (Tevbe Sûresi: 60)
Yani bu
taksim etme işi, Allah'tan bir farz olarak gelmiştir.
Sonra
şöyle diyebilir miyiz?
Âyette
zikredilen sekiz sınıftan her birisine zekât vermemiz gerekir mi?
Çünkü sınıflar arasında zikredilen "vav"
bağlacı, bunların hepsinin birarada olmasını
gerektirir.
Cevap: Bu
gerekmez. Çünkü Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- Muaz b. Cebel'i -Allah
ondan râzı olsun- Yemen'e
gönderirken ona şöyle buyurmuştur:
(( إِنَّكَ تَأْتيِ قَوْماً مِنْ أَهْلِ الْكِتاَبِ، فَادْعُهُمْ
إِلىَ أَنْ يَشْهَدُوا أَنْ لاَ إِلَهَ إِلاَّ اللهُ وَأَنِّي رَسُولُ اللهِ،
فَإِنْ أَطاَعُوكَ لِذَلِكَ فَأَعْلِمْهُمْ أَنَّ اللهَ افْتَرَضَ عَلَيْهِمْ
خَمْسَ صَلَواَتٍ فيِ الْيَوْمِ وَاللَّيْلَةِ، وَإِنْ أَطاَعُوكَ لِذَلِكَ
فَأَعْلِمْهُمْ أَنَّ اللهَ افْتَرَضَ عَلَيْهِمْ صَدَقَةٍ تُؤْخَذُ مِنْ
أَغْنِياَئِهِمْ فَتُرَدُّ فيِ فُقَراَئِهِمْ ))
[ رواه البخاري
ومسلم ]
“Hiç şüphe yok ki sen,
ehl-i kitaptan olan insanların yanına gidiyorsun. Onları (ilk önce) Allah’tan
başka hakkıyla ibâdete lâyık hiçbir ilâhın olmadığına ve benim Allah'ın elçisi
olduğuma dâvet et. Sana bu konuda itaat ederlerse,
Allah’ın, onlara günde beş vakit namazı farz kıldığını bildir. Sana bu konuda itaat ederlerse, Allah’ın, zenginlerinden alınıp
fakirlerine verilmek üzere zekâtı farz kıldığını
onlara bildir.” (Buhârî ve Müslim)
Peygamber
-sallallahu aleyhi ve sellem- burada bir sınıftan
başkasını zikretmemiştir. Bu da, âyette Allah
Teâlâ'nın hak eden yönleri açıklamıştır. Yoksa
zekâtın zikredilen bütün bu yerlere
paylaştırılmasının farz olduğunu
belirtmemiştir.
Bu sekiz
sınıftan hangisine zekâtın verilmesi daha yerinde olur? denirse,
şöyle deriz:
İhtiyacın
daha çok olduğu yere zekâtın verilmesi daha yerinde olur.Çünkü
âyette zikredilenlerin hepsi bu vasfı (zekât almayı) hak
etmişlerdir. Bunun içindir ki Allah Teâlâ âyette onlarla başlayarak
şöyle buyurmuştur:
إِنَّمَا الصَّدَقَاتُ لِلْفُقَرَاءِ
وَالْمَسَاكِينِ وَالْعَامِلِينَ عَلَيْهَا وَالْمُؤَلَّفَةِ قُلُوبُهُمْ وَفِي
الرِّقَابِ وَالْغَارِمِينَ وَفِي سَبِيلِ اللَّهِ وَابْنِ السَّبِيلِ فَرِيضَةً
مِنَ اللَّهِ وَاللَّهُ عَلِيمٌ حَكِيمٌ
[ سورة التوبة
الأية: ٦٠]
"Zekâtlar,
Allah'tan bir farz olarak, ancak fakirlere, düşkünlere, zekât toplayan
görevlilere (memurlara), kalpleri (gönülleri) İslâm'a
ısındırılacak olanlara, (hürriyetlerini satın
almaya çalışan) kölelere, borçlulara, Allah yolunda savaşanlara
ve (muhtaç kalmış) yolculara mahsustur. Allah her şeyi
hakkıyla bilendir, hikmet sahibidir." (Tevbe Sûresi: 60)
Yine de en
iyisini Allah Teâlâ bilir.
Bkz: " Mecmû'u Fetâvâ İbn-i Useymîn"; c: 18,
s: 331-339
Islam Q&A